YÜRÜYÜŞ

Yağmurlu göğün insafına kalmış da bunu pek umursamamış insan yüzleri. Meclis binasının önündeyiz.
Binayı ayakta tutan kolonlar bir yüreğin kırılacağı kadar kırık. Herkes birbirinin gözlerine bakıyor.
Meydan biçimini yitirmiş. Telaş ve neşe… Öfke! Bildik insan sesleri.
“Seni gördüğüme sevindim!”
Bu sözün bunca anlam taşıyacağı bilinemezdi.
Yürünecek!
Hoyrattı önce yağmur. Bölge iklimidir. İri ve ılık damlalar. Hızlı adımlar. Vakit yok.
Yine bildik insan yüzleri.
Antakya şehir meydanından Armutlu’ya doğru ilerlerken sağlı sollu boşluk. Sesler, yerde değil gökte
yankılanıyor.
Nereye gitti bunca insan? Şimdi ne yer, ne içer?
Fırıncısı, kahvecisi, bakkalı, genci, yaşlısı… Gezi direnişçisi?
Armutlu’dan kalanlar yokluğu ve acıdan kıvranan neşeyi düşünüyor.
Oradan Harbiye’ye doğru giderken yaşamın aktığı öbekler. Şehrin kalbinden kıyılara, köşelere, ötelere
varan can havli.
Yakto’da bir çay sohbeti. Çınar ve okaliptüslerin gölgesi geniştir. Dinlendirir, dillendirir. Dokuma
tezgâhları eski seslerini çağırır muhabbete. Kerpiç duvarda Yılmaz Güney’in sureti belirir.
Yeşilpınar, Samankaya, Bahçeköy, Sinanlı. Suların dağ dibinden taştığı serinlik ve çınarlar yaşsız. Ağaç
gövdelerine acemice çizilmiş ilk sevda. Zamanla büyür sözcükler.
Aknehir’de portakal ve mandalina kokusu. Yağmurun kabarttığı toprak Asi Nehri’nin uzantısı gibidir.
Bir gün toprak sudur, diğer gün su topraktır. Değişkendir doğanın eli. Bitkiler gibi yetişir insan da bin
bir emekle.
Ve Samandağ… Saint Simon veya Tellet Sam’an… Uzun zaman oldu ineli inzivasından. Derme çatma
asfalt yolda yürüyor şimdi. Ne bir ayin ne bir öte dünya.
Ne var ne yoksa yol’dadır…
Yürünecek!
Hıdır mekânında bekler.
Beklesin.
Geleceğiz.