ANTAKYA… VAR DEĞİL!

                                                                                    "Söz, söyleyenin söküğüne dönüşüyor…"

Ülkede veya dünyada herhangi bir şehrin kan akşının anlaşıldığı caddeler… Anlam denilen zorluk,
yıkım ve yoklukla kendini sınar. Herhangi bir şehrin adıdır Antakya…
Burada zaman bir zımpara biçiminde yaşanıyor. Ömrü aşındıran katılık, insan yüzüne odaklanıyor.
Bilip bilemeden gülüşünü direten taşralı bir bilinç bu.
Tandırın iç yüzüne yapışan hamur yanmasa, pamuk köpürse, erik ve hurma ayrı zamanlarda sarı
küfelere bolca dolsa. İncir de öyle. Üzüm desen salt yenilen bir meyve değil epey zamandır. Maya
diye diye ekşi bir kavram aklı zorluyor. Esrime, gerçekle akıl arasında serilen bir kilim…
Bir cenin gibi içine içine kıvrılıyor şehir.
Ben yokum bir süre diyor!
Bu yokluk, bilinen dilsel deneyimlerin dışında gelişiyor.
Bir yanda Al-Mina antik kentinin Latin diye bilinen sesli harfleri, ölümünü geciktiren taş mezar
kazıcıları.
Ölümünü dirençle önceleyen tarih yazıcılarıydı onlar.
Buhur kokusu.
Uğultu.
Açık denizin bulanık söylencesi şöylece dursun.
İçten içe kemiren bir şey var evreni!
Suların kıyısına bağdaş kurar her şehir. Suları bulandıranı ara ki bulasın…
Depremin yıkamadığı direnç, zamanla kısmi zamanlı bir hüzne dönüşüyor. Bildik neşe biçimleri insanı
şaşırtarak sızıyor aşınmış yüzlerden…
Sahi, hangi dil bu?
Anlam, çerçevesini yontuyor; dinlemeden, umursamadan ve beklemeden.
Kimse enkazda kalmasın diye örgütlenmemiş devlet tanımına, enkazda kalanları çıkarmak için
örgütlenmemiş devlet bilinci ekleniyor. Kendiliğinden…
Sahi, hangi dil bu?
İçten içe kemiren bir şey var evreni!